ANADOLUNUN BİLİM YUVASI: DİYAR-I BEKİR

Tarihin Taşlara Yazıldığı ve Bir çok medeniyetlere beşiklik etmiş, Kültürlerin ve medeniyetlerin buluştuğu, önemli bir inanç merkezi olan Kadim şehir Diyarbakır: Ortaçağ, Avrupalıların hatırlamak istemediği bir dönemdir. Zira bu çağda Avrupalılar, karanlık çağ olarak bilinen skolastik ve kalıp düşüncenin hakim olduğu zamanı idrak ederken, İslam dünyası ise bu dönemde hiç şüphesiz bilimde zirveyi yaşamıştır.

İslam’ın ilk dönemlerinde, Anadolu’da bilime ev sahipliği yapan en önemli mekanlardan biri de Diyarbakır’dır.
Hz.Peygamber (sav)’in banisi olduğu Medine İslam Devleti kısa bir süre içerisinde hakimiyetini genişletmiş, onun vefatından sonra ise halifeler bu fütuhatı devam ettirmişlerdir. İkinci halife Hz. Ömer döneminde İslam tarihi açısından ehemmiyet arz eden Dımaşk (Şam), (635-636), Kudüs(637), Diyarbakır(639) ve Sasani(İran) toprakları(642) İslam hakimiyetine dahil olmuştur.

Hz. Ömer’in devlet başkanı olduğu bu dönemde Diyarbakır’ın Fethi için yaklaşık 8.000 kişiden müteşekkil ve ekseriyetini sahabelerin teşkil ettiği ordu, şehri Bizanslılardan almıştır. Diyarbakır’ı fethe giden İslam ordularının başında Halid b.Velid ve İyaz b. Ganem bulunmaktaydı. Müslümanlar Bizans’a karşı muzafferiyet elde etmişlerse de bu topraklarda 27 sahabe şehit vermişler ve bu 27 sahabenin meşhedi ise yine Diyarbakır’dadır. Bu mukaddes topraklar uğruna şehit olan 27 sahabeden biri de Halid b. Velid’in oğlu olan Süleyman’dır. Ayrıca Süleyman, günümüzde bile 27 sahabenin mefdun olduğu yere adını veren zattır. (Not: Diyarbakır’da 27 Sahabe’nin bulunduğu alana ve camiye verilen isim Hz. Süleyman Meydanı/ Hz.Süleyman Cami’dir. Ancak burada adı geçen Süleyman, Peygamber olan Hz.Süleyman değil, Halid. b.Velid’in oğlu olan sahabe Süleyman’dır. Zira peygamber olan Hz.Süleyman’ın medfun olduğu yer Kudüs’tür.)

Eski adıyla “Amid”, “Kara Amid” veyahut “Diyar-ı Bekr” olarak bilinen Diyarbakır toprakları, Miladi 639 yılından bu yana İslam gölgesinde hakimiyetini sürdüren münevver ve münezzeh bir şehir olma potansiyelini halen sürdürmektedir.

Diyarbakır şehri İslam dünyası açısından da mühim bir yer teşkil etmektedir. Zira “İslam’ın Beşinci Harem-i Şerifi” olarak bilinen Diyarbakır Ulu Cami’nin yeri ve önemi apayrıdır. (İslam’ın ilk dört Harem-i şerifi sırayla: Mekke, Medine, Kudüs ve Şam’dır)

İslam Devleti, cenk ile gösterdiği muzafferiyetini ilimle de göstererek pekiştirmiştir. Özellikle Ortaçağ, İslam dünyası için bir şahlanma dönemiydi. Birçok eski Yunan, Roma ve Grek eserleri Müslümanlar tarafından Arapça’ya tercüme edilmiş ve antik Yunan filozoflarının ortaya attığı pragmatik bilgi-belgelerden istifade edilerek daha da kapsamlı hale getirilmiştir.

Müslümanlar fethettikleri şehirlerdeki yerli halkı İslam’a davet için evvela İslam’ı tanıtmayı amaçlamışlardı. Bunun için ise evvela Müslümanları bilgi ile donatmak, İslamiyetin özünü ve kaidelerini anlatmak için hafız yetiştirmek maksadıyla bilim yuvaları açmışlardı. Fethedilen diğer İslam beldelerinde olduğu gibi Diyarbakır topraklarında da aynı gaye güdülmüştür. Başta küçük çapta kurulan bilim yuvaları, zamanla yerini medreselere bırakacaktır. O yüzdendir ki Anadolu’nun ilk medreselerinden biri olarak bilinen Mesudiye Medresesi(Artuklular Dönemi) başta olmak üzere, Zinciriye Medresesi, Ali Paşa Medresesi, Hüsreviye Medresesi, Latifiye Medresesi, Silvan Mira Medresesi, Hani Hatuniye(Zeynebiye) Medresesi, Lice Hamidiye Medresesi gibi ilim mercileri, Diyarbakır’ın önemli bir bilim yuvası olduğunun en bariz göstergesidir. Bu medreselerin ilki Mesudiye Medresesi olup Artuklu eseridir, diğer medreseler ise Eyyubi, Selçuklu ve Osmanlı medreseleridir.

İslam’ın ilk dönemlerinde medreselerde ekseriyetle Kur’an, Hadis, tefsir, fıkıh ve kelam dersleri verilirken ilerleyen zamanlarda fizik, tıp, kimya, matematik, tarih, edebiyat, sosyal bilimler gibi müspet bilimler de okutulmaktaydı. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde sayısızca medrese bulunur ancak Diyarbakır’ın İlk Anadolu-İslam sentezi içerisinde yoğrulmuş olması ve Anadolu’daki medrese kültürü temelinin de burada atılmış olması, onu öncelikli ve ayrıcalıklı kılmaktadır.

Tabi Diyarbakır denince akla şimdiki Diyarbakır il sınırları gelmemeli zira Yavuz Sultan Selim Dönemi’nde 1515 yılında kurulan Diyar-ı Bekir Beylerbeyliği (Eyaleti) o dönem Osmanlı’nın en büyük beylerbeyliği idi. Yani bugünkü Musul, Mardin, Sincar, Birecik, Siverek, Harput(Elazığ), Çemişgezek(Tunceli), Cizre gibi önemli yerler Diyarbakır’ın sancakları idi. Bu topraklarda yetişen ve fizik alanında dünyaca ünü ile bilinen en önemli alim hiç şüphesiz El-Cezeri’dir.

Selçuklu ve Osmanlı Dönemi’nde bilim alanındaki faaliyetler aralıksız devam etmiş ancak özellikle Yükselme Devri olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nin üçüncü çeyreğinden itibaren siyasi alanda olduğu gibi eğitim alanında da bir takım aksaklıklar baş göstermiştir. Zaman zaman medreselerden pozitif bilimlerin “felsefiyat” gerekçesi ile çıkarılması, sorgulamayan ve araştırmayan bir toplumun zuhura gelmesine, bu durum da, eğitim başta olmak üzere toplumun gidişatına menfi yönde tesir etmiştir.

Sultan IV.Murat Dönemi’nde Osmanlı Devleti’nin kötü gidişatının sebeplerini araştırmak üzere görevlendirilen Koçi Bey ve Katip Çelebi’nin eserlerinde, kötü gidişatın temelinde eğitimden yana tatbik edilen olumsuz politikaların söz edildiği aşikardır. Özellikle Katip Çelebi’nin “Mizanu’l Hak” adlı eseri, gerek Osmanlı’nın gerilemesindeki temel sırrı ve günümüzdeki noksanlıkları idrak etme açısından kayda değer bir şaheserdir.

İslam’ın bilim ile ilgili mefkuresi Hz. Peygamber’in (sav) de dediği gibi “İlim talep etmek, Müslüman olan her insana FARZDIR” telakkisi ile hareket etmek, tüm insanlığın temel gayesi olmalıdır. Öyle olmalı ki, hiçbir birey Ortaçağ Avrupa’sının yaşadığı karanlığa gitmemelidir…

Ben, eğitimin her engeli aşabileceği kanaatindeyim. Nitekim Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözünden, özellikle eğitime vurgu yapıldığını düşünüyorum. Bireyin yetişmesi, eğitim ile münkündür. Eğitimi iyi olan toplumlar daima aydınlık yarınlara, gelişmeye ve ilerlemeye açık iken aksi olan toplumlar ise yok olmaya ve unutulmaya mahkumdurlar. Ulusunu düşünen her bireyin gerek kendi menfaati, gerekse ülkesinin menfaati için yeniliklere açık ve daima daha çok okuması, öğrenmesi gerektiği kanaatindeyim. Unutmayalım ki; Bir milleti millet yapan, şuurdur. Şuursuz millette, İttihat(birlik) olmaz. Şuur ise ortak bir geçmişten meydana gelir. Geçmişinden bihaber yaşayan toplumların küreselleşen dünya konjonktüründe ne millet şuuru ne de söz hakkı yoktur. Öyle olmalı ki ilmi manada İslâm dünyasının zirve yaptığı Ortaçağ’a gidebilelim… Gidebilelim ki Avrupalılar, o zamanlarda olduğu gibi şimdi de bize gıpta ile bakabilsinler…

Tekrar Görüşmek Üzere

Exit mobile version